-
Namık Budak
Tarih: 16-08-2025 11:45:00
Güncelleme: 16-08-2025 11:45:00
“Haydi, arkadaşlar; vakit tamam!” Fısıltı ile karışık bu ses uykumuzu bölüyor. Hasan Hocamız bu, tek tek çadırları dolaşıp uyandırıyor bizi. Sabahın 04.00’ü. Erken yattığımız için bu saatte kalmak çok da zor olmuyor. Beş dakikada çadırlarımızı terk ediyoruz. El yüz yıkama, akşamdan hazırladığımız sırt çantalarımızın kontrolü derken 04.30’dan önce yola koyulmaya hazırız. Kafa lambalarımız yanımızda ama ihtiyaç yok gibi, gün çoktan ağarmış. Planlandığı gibi tam saatinde hareket ediyoruz.
Ekibimiz tam bir futbol takımı. Tek sıra halinde, başta teknik direktörümüz –rehberimiz- Hacı Bey olmak üzere tırmanışa başlıyoruz. Zirve yolunda on iki kişi… Bir beş yüz metre kadar ilerleyince, hemen üzerimizdeki koyun sürüsü ve çobanlarıyla yolumuz kesişiyor. Köpekleri bizim dost olduğumuzu anlamış olmalı, havlamıyor bile. Sürünün getir götürlerini üstlenen at, yönü gün doğumunda (dönüşümüzde de aynen öyle dikildiğini gördük) öyle geçişimizi izliyor, kuyruğunu sallamasa, cansız sanırsınız. Çobanlardan biri ayakta, diğeri hâlâ kayalar üzerindeki yatağının içinde. Selamlaşıp devam ediyoruz. Yol mu? Belli belirsiz bir patika, ama çok çetin, hep yükselmeli.
“Yükselmek” sözcüğünü çok kullanacağız bu yazımızda. Toprak, çimen, yeşillik içindeki yükselmemiz bir saat sonra geride kalmıştı. Artık altımızda akan sadece kaya ve taşlardı. Gün doğmadan, serinde, epey bir yol almış olduk. Ana kampa çıkıştaki yokuştan daha beter zirve tırmanışı. Sık sık mola veriyor, soluklanıyoruz. Şöyle bir aşağıya bakıyorum arada, çadırlarımız bırak kibrit kutusu gibi görünmeyi, karınca bile değil artık. Zaten bir süre sonra, doğa yapısından ve yön değiştirmemizden dolayı gözden kayboluyorlar. Yükseliyor da yükseliyoruz. Kayaların ortasında küçük bir düzlük alanda teknik direktör takıma büyük bir mola verdiriyor, devre arası: Kahvaltı zamanı. Tesiste unuttuğumuz lavaşları İsmail Hocamızın lavaşları ikame ediyor. Ekibimizin, 75 yaşıyla, en olgun genci hocamız iyi ki var, gezi boyu ekibi çerez ve atıştırmalıklarıyla desteklemesi yetmedi, zirve yolundaki ekmek takviyesiyle doyurdu bir de. Unutmadan, ekibimizin iki genç fidanından bahsedeyim bu arada. Henüz daha yirmi beşli yaşlarıyla Emine ve Hasret. Ne hanım hanım kızlar böyle! Ölçülü, ağır başlı; üstüne üstlük bizim yaş ortalamamızı da düşürüyorlar, bak, bak, bak…
Kahvaltı faslını uzun tutmuyoruz, tekrar yoldayız, oflaya puflaya. Patika iyice dikleşiyor. Ana kamptan zirveye yaklaşık 1250 metre yükseleceğiz. Artık hesabı biliyoruz: 200 metreyi bir saate çıkacaksak 1250 metre için içler dışlar çarpımı, oran orantı, altı buçuk saatlik bir tırmanma olacak sonuç itibarıyla. Zaten öyle de oluyor, ama yazıldığı kadar kolay değil. Beş-altı metrelik bir yatay geçiş mesela: Sağ tarafı dağ, sol altımız binlerce metrelik uçurum; çok korktuğumu hatırlıyorum, ayağımızın kayma ihtimalini düşünemiyorum. Ya dört elle sarıldığımız patika geçişi? O neydi öyle, eldeki batonları kollara asıp 70 derece eğimli geçidi iki ayak iki elle tırmanmamız…
Hele bir de “kılçık” denen yeri emniyet kemereyle geçişimiz… Dağcı arkadaşımız Naim’in ifadeleriyle teknik olarak anlatalım: “Kılçık kısmanda sabit hat kuruluydu. Emniyet kemerlerimizi taktık, “pursik” ipimizi sabit hattaki ipe taktık ve ardından “karabina” ile emniyet kemerimize girdik ve sonrasında da kılçık kısmını “pursik” sürerek geçtik.” Bir sürü teknik laf, işin özeti, anlayacağımız dilde ifadesi: Kayalara sabitlenen halata kendimizi bağlayarak geçiş yaptık, sağımız da solumuz da uçurumdu, ayak kayma durumu için kendimizi sağlama aldık, sigorta ettirdik bir nevi. Değer miydi? Dağcılar, meraklıları için elbette ama benim için tam bir pişmanlık. Bir daha mı asla, tövbe, hele hele Cilo (Reşko zirvesi)? Tövbeler tövbesi…
Bu tehlikeli yeri de atlattıktan sonra bir saatlik yumuşak bir parkurda ilerleme bizi bekliyordu, rahatladık, 4.000 metrelerde ahenkle dans ediyorduk artık. Zirve işaretine dokunduğumuzda saatlerimiz 11.00’i gösteriyordu. Büyük bir sevinç… Herkes birbirini kutladı. Kahkahalar yorgunluğumuza galip gelmişti. Hatıra fotoğraflarımızı bolca çektik ve enerji için atıştırmalıklarımıza gömüldük. Altı buçuk saat süren çileli yolcukta vücudumuzun kaybettiklerini eklemeye çalıştık. Dönüşü var bir de bunun. “Yokuş aşağıya al vitesi boşa, yardır yardır”la olmuyor; iniş de ayrı bir iş, dizlere yükleneceğiz. Yukarı çıkarken bıyık, aşağıya inerken sakal misali…
Bir saatlik moladan sonra rehberimiz “haydi!” diyor, davranıyoruz, yönümüz ana kamp. Yolumuzun büyük bir bölümünü geldiğimiz patikadan iniyoruz, sonrasında da su ikmali için dümeni sağa, güney doğuya kırıyoruz. Mataralarımız buz gibi suyla doluyor. Dolana dolana bir süre böyle yol alıyoruz, o da ne? Çadırlarımız radarımıza giriyor, büyük mutluluk! Bir saate yakın bir inişle ana kampa varıyoruz. İniş, üç buçuk saat sürüyor. Vakit akşama dönmemişti daha biraz oyalanıyoruz, zirve kutlaması falan…
Akşam yemeği talaşı var sırada. Menüyü tahmin ediyorsunuzdur sizler de artık: Trifromaj makarna. Tabii ki burada sahneye gene ben giriyorum. Ayrıntılarını yazmaya gerek yok, afiyetle götürüyoruz ikişer ölçek makarnayı. Ne acıkmışız ama… Biraz daha laklak ve sonrasında tumba yatak, zira yarın erken kalkılacak, 05.30’da dönüş yolculuğu başlayacak.
Yarın neler mi bekliyor bizi? Aracımıza kadar bir iniş daha, oradan Sat Dağlarına hareket, irili ufaklı altı gölden üçünü ziyaret, sonrasında Doğubeyazıt sokakları, Van’a dönüş, otel ve havaalanı… Yurda kesin dönüş en nihayet.
Bunlar ayrı bir yazı konusu olur, yazabilir miyim? Zor… Sanırım benim ülkeyi kurtarmam gerek.
Nihai hedefimiz mutluluksa, ne zaman daha mutlu oluruz…
Çok yaşayanın çok gördüğünü, çok gezenin ise daha çok gördüğünü anladığımız zaman.
Namık Budak
namikbudak@gmail.com